Dinlediğim her klasik müzik,ruh halimi yansıtıyor.Veya ruh halime göre klasik müzik dinliyorumda diyebiliriz.
Beethoven taşkın olduğum zamanlarda dinlediğim ustadır. Med-Cezir’i fazla olan biri olduğum için ne zaman öfkelenip,akabinde sakinleşirsem kulaklarım hep Beethoven dinliyor olur.
Handel günlük dinlediğim üstattır.Vivaldi,Mozart veya Beethoven’ın aksine son dönem sanatçılardan olduğu için hayli hareketli ve bir o kadarda asil hissettirir kendimi. Hani dinlerken Düşes gibi hissettirir kendimi.
Biraz izah edeyim,herşey planlı programlı süre gelir.Ev işleri bitmiştir,yemek hazırdır,dersler yapılmıştır,geriye sadece kalan günün keyfini bir fincan kahve ve güzel bir kitapla çıkartmak kalır.Yerimde kim olsa kendini Düşes gibi hisseder herhalde.Düşes diyorum çünkü reenkarnasyona inanan tüm bayanlar bütün kraliçe ve prensesleri kaptıkları için elimde ancak bu ünvan kaldı.
Mozart’ı mutlu olduğum zaman dinleyebiliyorum sadece.Ne gel- git anlarımda nede günlük koşturma içinde Mozart aklıma gelmez.Mozart dinleyebilmem için özel veya genel her anlamda güzel haberler almış olmam,kış mevsimindeysem akşam üzeri güneşin sıcak yüzünü göstermesi,yaz mevsimindeysem de nefes aldığımı hissettiren kuvvetli bir rüzgar esmesi gerekir..Çok zor diye düşünebilirsiniz ama bir kaç ay öncesine kadar neredeyse hergün Mozart dinliyordum ben.O günlerde Çaykovski aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Çaykovski kaçış müziğim oldu benim.Özellikle Kuğu gölü- kuğu’nun ölümü,hani yeter artık dediğim,ben oynamıyorum bu oyunu dediğim,çekip gitmeyi düşündüğüm eser oluverdi birdenbire.
Oyundan sıkılmamın,herşeyi bırakıp gitmeyi düşünmemin sebebi artık neredeyse korkarak okuduğum haberler ve genel anlamda gidişhat oldu.Bir şoku atlatmadan ardı ardına gelen şok dalgaları beni Çaykovski’nin Kuğu’nun ölümüne daha çok itmeye başladı.Eskiden böyle miydi diye düşünmekten, çocukluğumda nasıldı diye hatırlamaktan,elden ne gelir, çaresi yok diye hayıflanmaktan başa sarıp sarıp dinliyorum kuğu’nun ölümünü.Yıldığımı ve çaresizliğimi düşündükçe en iyisi bırakıp gitmek diyorum.
Sonra aklıma cumhuriyetin ilk çocuklarından olan ananem geliyor,nerde olursa olsun istiklal marşı’nda dimdik ayakta duran,bayrak sevgisiyle yanıp tutuşan,asker gördüğünde gözleri dolan... Ardından ikinci cumhuriyet kuşağını düşünüyorum..Annemle babamı.. Bir kalemin,bir silginin, bir defterin altın kadar kıymetli olduğu günlerde öğrenmek için,yetişmek için,devir aldıkları bayrağı daha ileriye taşımak için durmadan çalışan, çocuklarına daha iyi bir gelecek bırakmak için çırpınan kuşağı... Şu sıralar çekip gitmeyi düşünürken sahip olabileceğim çocuğumu düşünüyorum.Tarih kitabını okurken gözlerindeki hayal kırıklığı ile “Neden birşey yapmadın anne?” diye sorduğunu duyuyorum..” Ne yapıyordun bunlar olurken?,Ne düşünüyordun?”
“Çaykovski dinliyordum..ve çekip gitmeyi düşünüyorum..”
Tüm bunlar utandırıyor elbet beni.Taşıdığım kanı, çocuklarımızdan ödünç aldığımız emanetleri düşününce ve bu gidişle onlara neler bırakacağımızı gördükçe utanmamak elimde değil..
Mozart’ın melodilerini uzaktan duyuyorum sanki.Kalbimin derinliklerinde,ne zaman takılıp düşşem elimden tutup beni kaldıran sesi duyuyorum..“ Yılma “ diyor bana, “ Mücadele et, ümidini kaybetme, savaş “.. “ Sakın bırakıp gitme..”..
Görüş ve önerileriniz için;
havadansudanyazilar@gmail.com